Şubat ayında yitirdiğimiz çağdaş Türk seramiğinin önemli temsilcilerinden Ayfer Karamani, atölyesini 2015 yılında kızı Arzu Karamani Pekin’e devretmişti. “Ben bir atölye çocuğuyum. Gözümü seramik atölyesinde açtım, annemin eteğinde büyüdüm” diyen Pekin, annesi ve ustasını dergimiz için kaleme aldığı yazıda anlattı.
ARZU KARAMANİ PEKİN
"Hiç kimsenin yoğurduğu çamuru kullanmam. Onu mutlaka ben yoğurmalıyım, elimin içinde olmalı: benim ona verdiğim ısı, onun bana verdiği mutlulukla bütünleşmeli. Ancak o zaman, yapmayı tasarladığım form veya panoya başlamalıyım."
Başına buyrukluğunu, ciddiyetini, duygusallığını, malzemeyle bütünleşmesini, işinin yaşamını dolduruş biçimini bence çok iyi anlatan bir ifadedir, kulağımda kalan ve aklımda yer eden bu cümlesi... Gerçekten de annem çamuru yoğurmayı ne zaman bitirir, o yığını biçimlendirmeye ne zaman geçer, hiç anlayamamışımdır. Yaşamım boyunca anladığım tek şey, sorgu suale gelmeyen kişilik yapısının, sanatını her zaman içgüdüleriyle "yoğurmasına" yol açtığı, kalıba sığmayan özgür ruhunun, kendini sadece ve sadece çamura sözünü geçirmek için tükettiğidir. Lafını çamura saklamıştır, o kadar!
Akademili Ayfer
Arslan Tuğla'dan atölyeye gelen 25 kiloluk çamur paketlerini bile ipini keserek değil, makasla karnından yararak açacak kadar tez canlı olan Ayfer Konrapa'nın bu içi içine sığmayan kişiliği, elbette ki çocukluğundan beri onu sarıp sarmalar. Öyle ki, "keşke şu ortaokulu bitirdiğimde liseyi okumadan işimi öğrenebileceğim bir okul olsa" diye hayaller kurar. İmdada, Emin Barın yetişir. O dönemde İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nin hocalarından olan hattat Emin Barın, annemin uzaktan akrabasıdır ve Laleli’deki evlerini çok sık ziyaret eder. Akademi’ye gidip, giriş sınavlarıyla ilgili bütün ayrıntıları çoktan öğrenmiş olan anneme bir hafta kadar ders verir Emin Bey… Ve o zamanlar ortaokul mezunlarını da kabul eden Akademi, tarih öğretmeni Zekai Konrapa'nın en küçük çocuğunun yeni okulu olur.
1950 yılında 17 yaşındayken adımını attığı Akademi'nin, o zamanki adıyla Kumaş Desenleri bölümü, ardından da Seramik bölümünde eğitimini tamamlar. Seramik bölümü, öğrencilik yıllarının başında onun için biraz hayal kırıklığı olur. Öğrendiklerine çamurla nihayet üçüncü boyutu katabileceğini düşünürken, hiç malzemesi olmayan bir atölyenin öğrencisi olmuştur. Ama Nejat Eczacıbaşı'nın desteği onun ve diğer öğrencilerin derdine derman olur. Annem bunu ömrü boyunca anlatmıştır bıkmadan:
“Hocalarımız, İsmail Hakkı Oygar ve Vedat Ar’ın bize verdikleri konuları, yine resim olarak hazırlıyorduk. Seramik boyalarının birkaç torba toz bir şeyler olduğunu biliyorduk sadece. Bunlara sır dendiğini, pişince kendini bulup asıl rengine dönüşeceğini hocamızdan öğreniyor, ama fırınımız olmadığı için masal dinler gibi dinleyip, unutuveriyorduk.
Akademi’deki seramik atölyesinin bu hali, Nejat Eczacıbaşı tarafından duyulmuş. Geldi, bizimle konuştu, fabrikanın yeni kurulan artistik bölümünde çalışabileceğimizi, ayrıca her bölümdeki ustalardan istediğimiz her şeyi öğrenebileceğimizi söyledi. Başta heykel hocamız Zühtü Müridoğlu olmak üzere, seramik bölümü öğrencileri ve tabii kendi hocamız, Kartal Yunus Seramik Fabrikası’na gidip gelmeye başladık. O ne heyecandı yarabbi!.. Kara trenle git git bitmeyen yolun sonunda, bir hafta evvel boyadığınız parçanın nasıl çıktığını görme arzusu, bütün zorlukları siliyordu. Ortaokul yıllarında hiç bir ödevi tam olarak yapmayan ben, deliler gibi çalışıp haftanın üç günü Kartal yollarına düşüyordum. Yıl sonunda da hocası talebesi hep birlikte Nejat Eczacıbaşı’nın desteğiyle, Akademi’de bir seramik sergisi yaptık.
Bu gidip gelmeler, evlendikten sonra Sabit’in kendi atölyemizi kurmasına kadar böyle sürdü.”
İstanbul Tünel'de Sabit Karamani ile
Sergiler ve "yaşamın kendisi" atölye
Ayfer Konrapa, 1955 yılında Akademi'yi bitirdikten sonra Sabit Karamani'yle evlenir. Bir Rönesans insanı, bir hezarfen diye tanımlanabilecek kadar çeşitli yeteneklere sahip çok becerikli biri olan babam, kısa zaman içinde Moda'daki evlerinde dört başı mamur bir seramik atölyesi kurar. Fırın yapar, karısının bir zamanlar sadece hayal edebildiği o "kayaların, ormanların içinde saklı" renkleri sır olarak hazırlayıp önüne koyar. Annemin tabiriyle o "hıtır hıtır mat dokulu" kahverengiler, kızıllar, griler, turkuvazlar yıllar içinde Karamani atölyesinin imzası haline gelir. Sonunda babam da çamurun cazibesine kapılır, işin teknik taraflarıyla ilgilenmenin yanı sıra, annemin tarzından tamamen farklı bir yolda, kendi anlayışıyla çalışmaya başlar. İkisi birlikte çok çalışırlar, çok sergi açarlar, Türkiye'nin değişik illerinde banka şubelerinden otellere, fabrikalardan hastanelere onlarca farklı bina için seramik duvarlar yaparlar.
Annemle babam, taban tabana zıt iki karakter olarak aynı atölyede en ufak bir sürtüşme yaşamadan yıllarını seramiğe adarlar, üretirler de üretirler. 1960'ların ilk yıllarında Avrupa yakasına taşındıkları için Moda'nın ardından atölyelerini de İstanbul tarafına taşırlar ve yıllar içinde birkaç değişik semtte atölye açarlar. Her taşınma ayrı bir maceradır. Sonunda 1979 yılında dostları fotoğrafçı Ersin Alok'un "Sabit Ağabey, atölye arıyordunuz ya, benim stüdyonun sokağında köşedeki yer boş, bir baksanıza…" demesinin ardından, Tünel'de Postacılar Yokuşu'nun aşağı köşesindeki son yerlerini kiralarlar. Küçücük Postacılar Yokuşu böylece sanatçı listesine Karamanileri de eklemiş olur.
Çanakkale Seramik'in Levent'teki sanat galerisinde ikisinin birlikte açtığı 33. Yıl Sergisi'nin ardından, meslektaşları Atilla Galatalı'nın Sanat Çevresi dergisi için kaleme aldığı yazı, onların bu uğraşlarını en güzel özetleyenlerden biridir:
1957 veya 1958 yıllarda olacak, 25 milyonluk küçük Amerika’nın Beyoğlu’ndaki medarı iftiharı iki galericikte, resim sergilerinde dolaşırken ilk kez bir seramik sergisiyle karşılaşmıştım.
Ayfer ve Sabit Karamani’nin bu sergileri kuşkusuz boncuk ve mozaik masalar, hatta tablomsu nesneler yapıldığı dönemde; cılız koşullar içinde gerçekten de ilgi çekiciydi.
Karamani çifti, sanatsal ilişkilerini Eczacıbaşı ve Taylan Seramik fabrikalarında geliştiren 60’lı kuşağın içinde değildir. Ama bir özel atölyeye daha o zaman sahip olmak gibi ayrıcalıkları yanında, Füreya Koral gibi, bu kuşağın içinde anılırlar. Seramik boyalarının on gramlık naylon poşetler içinde havaya kaldırılıp, “buna sır denir” dendiği o dönemden günümüzde ulaşılan görsel dil boyutunun temelinde, Füreya Koral ve Karamani çiftinin koyduğu ilk harç vardır.
Aslında hepimiz bir sandalın içindeydik, kıraç bir ortamda kürek çektik durduk. Altımızda ne deniz vardı ne göl. Bir damla su bile yoktu. Ama biz gene de küreklere var gücümüzle asılıyor, öteden beriden yediğimiz tekmelerle yalpalayıp duruyorduk. Fena da olmuyordu hani. Hem biz, hem de millet, altımızda deniz var sanıyordu. Kara göründü diye sandalı balıklama terk eden bazı tez canlıların, o kıraç toprağa tepe üstü çakılıp kalmalarına üzüldük sadece.
İşte Karamani çifti, kazasız belasız günümüze kadar gelebilmiş, seramik sanatını tüm elverişsiz koşullara karşın sürekli gündemde tutan ve sabırla direnen bir avuç sanatçı içindeki yerlerini korumuşlardır.
Her ikisinin sanatı da, köklü bir geleneğe karşın, iyice çoraklanmış bir toprakta, çağdaş bir değişiklikten sonra yeniden başlayan diyalektiğin tüm yerel ve evrensel özelliklerini yansıtır. Kuşkusuz Ayfer Karamani, değişen zaman ve koşullara çok daha iyi uyum sağlayabilmiş, özgün çanak çömlekten başlayan estetiksel arayış ve coşkuları, günümüzde görsel dil sorunu üstünde yoğunlaşmıştır.
Tek bir vücut oluşturan sarmaş dolaş insan öbekleri, üç boyutlu heykelsi nitelikler taşısa bile, "sır-kil-pişim" üçgeni içinde yaşama geçen ve Karamaniler’in hem seramiğe duydukları sevgiyi, hem de insansal sevgilerini dile dönüştürürler.
Her sevginin içindeki bitmemişlik, hiç bir zaman bitmeyecek arayış ve doyumsuzluk, dram, sanatsal nitelik olarak karşımıza çıkar. Kuşkusuz bu evrensel dil ve estetikleriyle belli bir kentleşme sürecini yaşamış, ama hâlâ fukara kalmış seçkin mekânlar içindeki kültürel yerlerini ararlar.
Genel olarak, seramik sanatındaki yüzey çalışmalarıyla boşluk içindeki çalışmalar arasındaki çelişkilerin, estetiksel açıdan olduğu kadar, biçim-içerik ve dil açısından da henüz tam olarak aşılamadığını, eleştirel bir katkı olarak vurgulamak isterim. Kuşkusuz bunun başlıca nedeni, diğer görsel sanatçılar gibi seramik sanatçılarını da tutarlı bir eleştirel katkı almamış olmaları kadar, sanatçıların böyle bir katkıya pek hazır olmamalarıdır.
Nihayet, izlediğim ilk seramik sergisinin sahipleri Karamaniler hakkında bir yazı yazacağım, o zaman aklımın köşesinden bile geçmezdi. Mutlu oldum. 33 yıla dayanan bu kültürel üretim coşkularına katılır, saygı ile selamlarım.
Aslında yine de o sandalın içindeyiz.
Asılın küreklere, tekmeleyin sandalı, yeter ki millet denizdeyiz sansın.
Benim bugün bile "Karamanilerin küçük bir tarihçesi" diyebileceğim bu yazı, aynı zamanda seramik sanatının o dönemki ihtiyaçlarını da dile getirme endişesi taşır.
1991 yılında açtıkları bu sergi, babamın son sergisi olur. 1993 yılında hayata gözlerini yumar, Ayfer Karamani'nin hayat yoldaşı… Bundan sonra Karamani Seramik Atölyesi gerek sergilerle gerekse bu atölyede yetiştirdiği sayısız öğrenciyle yaşamının her noktasını doldurmaya devam eder. Sadece yaz aylarında denize girmeye ve dinlenmeye Bodrum'a gider. Bu üç-dört ayın dışında yaşamı atölyedir. Onun ifadesiyle "gerçek yaşam", atölyesinin duvarları arasındadır.
1990'lı yıllarda çok sayıda karma sergiye davet edilir, katılır. Hem yurtdışında hem Türkiye'de birçok kişisel sergi de açar. Ama aralarında iki sergi onun için ayrıca önem taşır: Bunlardan biri 2007 yılında İş Bankası Kibele Sanat Galerisi'nde açılan retrospektif sergidir; 1957-2007 yılları arasını kapsayan ve 50 yıllık çalışmasının bir özetidir bu sergi. Tasarımını Ersu Pekin üstlenmiştir. Diğeriyse, 2010 yılında İstanbul Arkeoloji Müzeleri'nin bahçesinde kurulan "Seramik Heykeller" sergisidir. Bu sergi de Ersu Pekin tarafından tasarlanır ve annemin uzun yıllar hayalini kurduğu, hatta rüyalarına giren fikir gerçeğe dönüşür: Kendi heykellerini antik heykellerin arasında görmek… Sergi için bir ay süre öngörülmüştür ama müze yönetiminin arzusu üzerine Ayfer Karamani'nin seramik heykelleri üç ay boyunca müzenin bahçesinde, bu antik dünyanın içinde sergilenir.
Çalışma üslubu, eserleri
Kişisel sergilerinin ardından annemin "içim tamamen boşaldı" dediğini unutmam mümkün değil. Her seferinde bunu söylerken içi sanki bir daha hiç dolmayacakmış gibi üzülmüştür. Oysa eli hiç durmamıştır. Zamanı geldiğinde de yeni çalışmalara girişmiş, eskizlerini yapmış, sonra yine bir gün çamur paketlerini ortadan yarıp önüne yığarak yoğurmaya başlamıştır.
Sergilerinin genel esprisi her zaman "bu bir Ayfer Karamani sergisi" dedirtmişse de yakından incelendiğinde her birinin farklı içerikler taşıdığı görülür. Özellikle 1970'li yıllarda doğal renklerle uyum içindeki soyut formlar ve panolar çalışan Ayfer Karamani, sonraki yıllarda, aynı renk skalası içinde kalarak doğanın formlarının etkisinde kalmıştır. Soyutlamaları giderek en çok dağların, kayaların etkisini yansıtır; bu çalışma biçimi, kendi özel sırlarıyla tam bir bütünleşme sağlar. Aynı yıllarda bu doğa soyutlamalarının içine insan figürleri karışmaya başlar. Kahverengi, gri ve türkuvaz tonlarının ağırlıklı olduğu, çoğunlukla tek renkli eserlerde betimlenen insanlar, genellikle acılarını ifade eden yarı soyut biçimlerdir. Bu tarz, 1980'li yıllarda da sürer. Ama 1990'lardaki çalışmalarına bakıldığında, bu insan figürlerinin ifadelerinin giderek yumuşadığını, hatta âşıklara dönüştüğünü görürüz. Çaresizlik ve acı, yerini iki insanın birbirine olan aşkına bırakmıştır:
Acı çeken insanlar ve kayalar… Kahverengi, gri ve turkuvaz tonları içinde oluşan karalar ve bunların içinde beliren yarı soyut, acılı insan yüzleri… 80’li yıllar bunlarla geçti. Sonra bu acı yerini sevgiye, aşka bırakır oldu. Figürler soyutluğunu yitirmeye başladı ama renkler doğal tonlarını ve sadeliğini korumaya devam etti. Simdi de hem panolarda hem de heykellerde, birbirine âşık insanlar çalışmaya doyamıyordum. Anlatacak öylesine çok şeyim vardı ki…
Belki de çamura karşı duyduğum sevgi, içimdeki insan sevgisini yansıtmaya yönlendirdi. Kayalarsa, doğada en sevdiğim oluşumlar. Erişilmez dev formları çok etkileyici ve insan elinin yeniden yaratamayacağı detaylarla dolu. Uzun süre yanlızca kayaları çalıştım bu yüzden. Ne var ki sonunda kayaların içinden, iki insanın birbirine olan sevgisini çıkarmayı tercih ettim.
Ayfer Karamani'nin soyutlama biçimi yıllar içinde giderek daha yalın bir ifadeye bürünür, renklerdeyse fazla bir değişiklik olmaz. Yine 90'lı yıllarda bir dönem, antik dönem tapınaklarındaki mimari elemanlardan ve frizlerden edindiği izlenimlerini seramiğine aktarmaya başlar. İnsan gruplarını bu elemanlarla birleştirerek özellikle panolar yapar, çerçeveler içinde farklı insan hikâyeleri yerleştirir. Bu çalışmalarında da genellikle tek renk kullanmayı tercih eder ama var olan renk skalasına mat kırmızılar, mat siyahlar eklenir:
Antik tapınaklardaki süsleme elemanlarından esinlenerek oluşturduğum silmeler ve çerçeveler içine her zamanki figürlerimi yerleştirmeye başladım, kendi soyutlama anlayışımla tabii ki. Silmelerin arasında kalan frizlerde kimi zaman dans figürleri çalıştım, kimi zaman da yıllardır hiç vazgeçemediğim insan figürleri, insan grupları… Zaman zaman da ince iki silme arasına tek bir figürün -ki bu kimi zaman bir kadın, kimi zaman bir çocuk suratı olabiliyordu- çok ufak hareket değişiklikleriyle tekrarlandığı büyük panolar yaptım. Friz esprisi, özellikle 33. yıl sergisi için hazırladığım bir konseptti. Sonrasında devam etti.
Ayfer Karamani, özellikle son yıllarda heykel çalışmalarına ağırlık verir. Heykellerinin boyutları giderek büyür; koskoca çamur yığınlarına sözünü geçirir ve neredeyse kendi boyuna ulaşan, sanki yaşamını tek başına sürdürebiliyor olmanın bir yansıması diye nitelendirilebilecek tek kadın heykelleri yapar. Kadınlar doğa soyutlamalarının içinden sıyrılıp dışarıya çıkmışlar, "biz artık buradayız" der hale gelmişlerdir. Bu yeni tarz çalışmayla birlikte, soyutlama anlayışının yalınlaşması da üst düzeye ulaşır. İşte bu heykelleridir, İstanbul Arkeoloji Müzeleri'nde eski çağlardan bugüne ulaşan hemcinslerinin yanında boy gösterenler…
Ayfer Hoca ve çırağı
Annem 40 yıla yakın bir süre seramik öğrenmek isteyenlere mesleğini anlattı, son atölyesi olan Postacılar Sokağı'ndaki yerinde… Amatör bir heyecanla atölyenin kapısından girip yıllarca çalışanlar; “ben hiç yapamam” deyip atölye sahibi olanlar; “sanatla pek ilgim yoktur ama…” deyip, bir süre sonra ileri yaşına rağmen Akademi’nin sınavlarına girerek kendilerine yeni yaşamlar kuranlar; hobi olarak başlayıp, şimdi adları başarılı seramikçilerimizin arasında sayılan niceleri Ayfer Hoca’nın eğitiminden geçti. Kendi üslubu, sanat anlayışı, seramiğe yaklaşımı ve bunu aktarış biçimiyle yarattığı ortam, özgün bir atölye nefesi oluşturdu. İşte bu nefesi, yaşamı boyunca edindiği birikimi, ustalığının ve hünerinin anahtarını, atölyenin anahtarıyla birlikte 2015 yılında bana teslim etti. Annemin atölyede tuttuğu anı defteri şu cümleyle başlıyor: “Gel bakalım benden sonraki!…” Bu seslenişi uzun yıllar üzerime almadım, ne arkeoloji ve mimarlık tarihi eğitimim sırasında ne de kendi seçtiğim profesyonel yazarlık hayatında… O da bilinçli olarak adımı zikretmemişti. Oysa satır aralarını okumam gerekiyormuş. 2015 yılında “ondan sonrakinin” ben olduğumu fark ettiğimde işe dört elle sarılmam, bildiklerimi ortaya dökmem, eksiklerimi ustamdan tamamlamaya girişmem uzun sürmedi.
Ben bir atölye çocuğuyum. Gözümü seramik atölyesinde açtım, annemin eteğinde büyüdüm, kulaklarım ve gözlerim atölyede doldu. Mesleklerimi kendim seçtim ama bu arada çırak olarak yetiştiğimin farkına varmadım. Annem bana ikinci bir yaşam kazandırdı, kendi "gerçek yaşam"ını, atölyesini benim ellerime teslim ederek…
Bugüne kadar yazdığım her şeyi ona okudum. Bu, onunla paylaşamadığım ilk yazı…
Comments